Güzeller güzeli bir kadın vardı. Hayata bir adım önde başlamıştı. Lakin hayatta hiç şansı yoktu. Severek evlenmişti ama sevgi, ellerinde tuzla buz olmuştu. Çocukları sevimliydi fakat onları sevmek zorunda olduğunu bildiğinden onları sevemiyordu. Ona soğuk, sanki hatalarını bulmaya çalışır gibi bakarlardı. Bu esnada bu hatalarını örtme zorunluluğunu duydu hep. Gerçekteyse bu örtmesi gereken hataların neler olduğunu asla bilemedi. Çocukları etraftayken hep sabrının zorlandığını hissederdi. Bu canını sıkardı çünkü ona göre o, çocuklarına karşı nazikti. Onlar için kaygılanırdı. Sanki çocuklarını severdi de. Yalnız ama yalnızca kendisi biliyordu kalbinin bir köşesinde yatan gerçeği. O kimseye sevgi besleyemezdi, hayır, hiç kimse için hem de. Kime sorarsanız sorun, onun için “ O harika bir anne.” derdi “Çocuklarına tapar.” Bunun böyle olmadığının, çocukları ve kendisinden başka kimse farkında değildi. Bunu birbirlerine bakışlarında görürlerdi, hissederlerdi.
Bir oğlan iki de kız çocuğu vardı. Bahçeli güzel bir evde yaşıyorlardı. Hizmetkarları vardı. Kendilerini, yaşadıkları çevredeki insanlardan üstün görürlerdi.
Yüksek standartlarda bir hayat sürseler de sorunları vardı ve çocuklar da bunun farkındaydılar. Daha çok para lazımdı! Annenin geliri düşüktü ve babanınki de. Yaşadıkları standartlara daha fazla ayak uyduracak bir gelirleri yoktu. Baba şehirde bir yerlerde çalışıyordu. Kendini geliştirmişti fakat bunları hiçbir zaman paraya dönüştüremedi. Evde paranın yetersizliği her zaman hissedilirdi; yine de Yaşadıkları standartlardan vazgeçmezlerdi.
En sonunda anne “Bir şeyler yapabilecek miyim bir bakayım.” dedi. Fakat nereden başlayacağını bilmiyordu. Bunun üzerine uzunca süre kafa patlattı. Onu bunu denedi ama bir çözüm bulamadı. Başarısızlık yüzüne derin çizgiler olarak yansıdı. Çocukları büyüyordu ve yakında okula gitmeleri gerekecekti. Çok para lazımdı! Daha çok para! Ağzının tadını bilen yakışıklı bir adamdı babaları. Ama sanki değeri olan hiçbir şey yapamıyormuş gibi görünüyordu. Kendine fazlasıyla güvenen anne de aynı derecede başarılı olmuştu. Ama o da ağzının tadını gayet iyi bilirdi.
Ve sonunda ev dile getirilemese de işitilen bir çift sözle lanetlendi: “Çok para lazım! Daha çok para lazım!” Yüksek sesle dile getirmeseler de çocuklar bunu sürekli işitiyorlardı. Çocuk odasının pahalı ve gösterişli oyuncaklarla dolduğu Noel’de de duydular bu sözleri. Pırıl pırıl parlayan yeni sallanan atın da, oyuncak evin de ardından o sözler işitiliyordu: “Çok para lazım! Daha çok para lazım!” Dinlemek için oyun oynamayı bırakırdı çocuklar bir anlığına. Birbirilerinin gözlerinin içine bakarlardı herkesin de duyduğundan emin olmak için. Her bir gözde de o sözleri işittiğine dair bir işaret olurdu. “Çok para lazım! Daha çok para lazım!”
Fısıltılar evin her bir köşesinden yükseliyordu. Sallanan atın çatlaklarından, hatta atın kendisinden, kişner gibi açık ağzından. Pembeler içinde yeni bebek arabasında oturup etrafa yapmacık yapmacık gülen büyük oyuncak bebek de onu işitebiliyordu ve bu yüzdendi belki de kendine bu kadar güvenerek yapmacık gülmesi. Oyuncak ayının yerine geçen aptal köpecik de işitebiliyordu sözleri. Bu kadar aptal gözükmesinin sebebi de evde yankılanan gizli fısıltılardan başkası değildi. “Daha çok para lazım!”
Lakin kimse yüksek sesle dile getirmedi. Fısıltılar her yerdeydi. Bu yüzden dile getirmeye gerek yoktu. Sürekli nefes alıp da asla “Nefes alıyoruz.” demememiz gibi bir şeydi bu.
“Anne” dedi bir gün oğulları Paul “Neden kendimize ait bir arabamız yok? Neden amcamın arabasını almak ya da taksi tutmak zorundayız?”
“Çünkü ailede fakir olan biziz.” dedi anne.
“Peki anne, neden biziz?”
“Yani, sanırsam” diye cevapladı ağır ağır konuşarak “Babanın hiç şansı olmadığından.”
Bir süreliğine oğlan sessiz kaldı.
“Para şans mıdır?” diye sordu çekinerek.
“Hayır, Paul. Tam olarak değil. O, paraya sahip olmanı sağlayan şeydir.”
“Hıı!” dedi çocuk belli belirsiz. “Oscar Amca kaşans dediğinde parayı kastettiğini sanmıştım.”
“Kazanç, para demektir.” dedi anne. “Ama kazanç. Şans değil.”
“Hıı!” dedi çocuk “O zaman şans ne demek, anne?”
“Şans paranın olmasını sağlar. Eğer şanslıysan, paran olur. Bunun için şanslı doğmak zengin doğmaktan daha iyidir. Zenginsen, bir gün paranın hepsini kaybedebilirsin. Ama şanslıysan, her zaman daha çok paran olur.”
“Hıı! Gerçekten mi? O zaman babam şanslı değil?”
“Aslına bakarsan, şansı hiç yaver gitmiyor.” dedi anne keyifsizce.
Çocuğun kafa karışıklığı gözlerinden okunuyordu.
“Neden?” diye sordu.
“Bilmiyorum. Kimse neden kimisinin şanslı kimisinin şanssız olduğunu bilmez.”
“Gerçekten mi? Hiç kimse mi? Bir kişi bile mi?”
“Belki Tanrı. Ama o da böyle sorulara asla cevap vermez.”
“Ama vermeli. Peki, sen de mi şanslı değilsin, anne?”
“ Değilim baksana şanssız bir adamla evlendim.”
“Ama tek başına da mı değilsin?”
“Eskiden öyle olduğumu düşünürdüm, evlenmeden önce. Şimdi ise tam tersine, çok şanssız olduğumu düşünüyorum”
“Niçin?”
“Şeyy... Boşver! Belki de gerçekten değilim” dedi.
Çocuk, ciddi olup olmadığını görebilmek için, onun yüzüne baktı. Fakat, ağzının etrafındaki çizgilerden anladı ki, annesi yalnızca ondan bir şeyler saklamaya çalışıyordu.
“Şey, nasıl olduğunu bilmiyorum ama, ben şanslı bir insanım” dedi kararlı bir şekilde.
Ani bir kahkahanın eşliğinde “Niçin?” diye sordu annesi.
Ona bakmaya devam etti. Niçin böyle söylediğini kendisi bile bilmiyordu aslında.
Pişkinliğe vurarak, “Bana Tanrı söyledi” diye iddia etti.
“Umarım öyledir canım” dedi annesi, yine kahkaha atarak, fakat bu sefer biraz acıklı bir ton hakimdi sesine.
“Söyledi, anne!”
Kocasının sık kullandığı nidalardan biriyle, “Muhteşem!” dedi annesi.
Çocuk, annesinin ona inanmadığını, hatta iddiasına hiç kulak asmadığını anladı. Bu durum onu biraz kızdırdı ve içinde annesinin ilgisini cezbedebilme isteği uyandırdı.
“Şans”a dair bir ipucu arayışı içerisinde, sessizce ve çocukça tutumunu sergileyerek odadan çıktı. Dalgındı, etrafındaki kimseye dikkat etmeden, bir tür gizlilik içerisinde, içten içe “şans”ı aramaya koyuldu. Şans istiyordu, istiyordu, istiyordu! Her zaman yaptığı gibi, kız kardeşleri, çocuk odasında bebekleriyle oynarken, sallanan atının üzerine bindi, onu coşkuyla sürmeye başladı. Bu anlarda, öyle coşkuyla sürerdi ki atını, bu hali, küçük kızların onu tedirginlik içerisinde izlemesine neden olurdu. Atını koşturdukça dalgalanan koyu renk saçlarını arkaya doğru savurur, gözlerinde garip parıltılar belirirdi. Küçük kızlar onunla konuşmaya cesaret edemezdi.
O günkü kısa, çılgın yolculuğunun sonuna geldiğinde, atından indi, onun tam önünde durdu ve gözünü ayırmaksızın, atın itaat edercesine öne eğilmiş yüzüne baktı. Kırmızı ağzı hafifçe aralık, büyük gözleri cam gibi parlıyordu.
“Şimdi!” diye emredecekti koşmaktan nefesi kesilmiş beygire, tıpkı her zaman yaptığı gibi, “Şimdi beni şansın olduğu yere götür! Götür beni!”
Ve Oscar Dayısı’ndan istemiş olduğu ufak kırbaçla atın boynunu kamçılayacaktı. Çünkü biliyordu ki; yalnızca atı zorlaması durumunda, at onu şansın olduğu yere götürürdü. Bu yüzden, sadece oraya gidebilmek umuduyla, yeniden atın üzerine tırmandı ve hiddetli yolculuğuna yeniden başladı. Oraya gidebileceğini biliyordu.
Dadı: “Atını kıracaksın, Paul!” dedi.
“O atına hep böyle biner. Keşke bundan vazgeçse!” dedi kız kardeşlerinden daha büyük olanı Joan.
Fakat, Paul’ün tek yaptığı, onlara sessizlik içerisinde, gözlerinden alevler fışkırtan bir bakış atmak oldu. Dadı laf anlatmaya çalışmaktan vazgeçti. Paul, onun kontrolü dışında büyüyordu.
Bir gün, Paul yine hiddetli yolculuklarından birine çıkmışken, annesi ve Oscar Dayı’sı odaya geldi. Paul onlarla da konuşmadı.
“Selam, seni küçük jokey. Kazanan bir atın üstündesin demek ha?” dedi dayısı.
“Sence de, bir sallanan ata binme yaşını çoktan geçmedin mi? Biliyorsun ki artık küçük bir çocuk değilsin!” dedi annesi.
Fakat Paul yalnızca yarı kapalı gözlerinden mavi alevler fışkırtmakla yetindi. Son hızla giderken, asla kimseyle konuşmazdı. Annesi onu yüzünde kaygılı bir ifadeyle izlemeye koyuldu.
En sonunda, ani bir şekilde, atını dörtnala sürmeyi bıraktı ve aşağı indi.
“Sonunda oraya ulaştım!” diye ilan etti şiddetle. Mavi gözleri hala alev alevdi ve kasılmış, güçlü bacaklarını iki yana açmıştı.
“Nereye ulaştın?” diye sordu annesi.
“Ulaşmak istediğim yere.” diye yanıtladı, hala alev alev yanan gözlerini ona çevirerek.
“Çok doğru, evlat!” dedi Oscar Dayı. “Oraya ulaşana dek durma sakın! Atının adı ne?”
“Onun bir adı yok” dedi çocuk.
“Adı olmadan da yaşayabiliyor diyorsun ha?” dedi dayısı.
“Aslında birden çok adı var diyebiliriz. Mesela geçen hafta Sansovino’ydu.”
“Demek Sansovino? Ascot’u kazanan atın adı. Bu adı nereden biliyorsun ki?”
“Bassett’la at yarışları hakkında konuşurlar hep” dedi Joan.
Küçük yeğeninin bütün bu yarışlar konusunda bilgi sahibi olması, dayısının çok hoşuna gitmişti. Bassett, savaşta sol ayağından yaralanmış ve şu anki işini aynı zamanda yaveri olduğu Oscar Creswell sayesinde bulmuş olan genç bir bahçıvandı. Bahçeler konusunda bir sanatçı olmasının yanı sıra, muhteşem de bir at yarışı bilgisine sahipti.
Oscar Creswell her şeyi Bassett’tan öğrendi.
“Efendi Paul gelip bana soruyor, benim de anlatmamak gibi bir şansım yok efendim” dedi Bassett. Yüz ifadesi son derece ciddi, adeta inançla ilgili meselelerden bahseder gibiydi.
“Peki, hiç hoşuna giden bir atın üzerine para koyduğu oldu mu?”
“Şeyy.. Onu ele vermek istemiyorum. O genç ama iyi bir kumarbaz efendim. Ona kendiniz sormanızda bir sakınca var mı? Bu durumdan bir tür zevk alıyor gibi ve onu ele verdiğim düşüncesine kapılabilir. Eğer bir sakıncası yoksa...”
Bassett, bir kilisedeymiş gibi ciddiydi.
Dayı, tekrar yeğeninin yanına gitti ve onu arabayla bir gezinti yapmak için dışarı çıkardı.
“Söyle bakalım Paul, eski dostum, sen hiç bir atın üzerine para koydun mu?” diye sordu.
“Neden sordun? Koymamam gerektiğini mi düşünüyorsun?” diye kaçamak bir yanıt verdi Paul.
“Hayır, böyle bir düşünce aklımın ucundan bile geçmedi! Sadece düşündüm de, belki de Lincoln için bana bir ipucu verebilirsin.”
Araba, Oscar Dayı’nın Hampshire’daki yerine doğru hızla yol almaya devam etti.
“Şeref sözü mü?” diye sordu yeğeni.
“Şeref sözü, evlat!” diye yanıtladı dayısı.
“Tamam öyleyse, Daffodil”
“Daffodil mi? O kadar emin olma evlat. Mirza hakkında ne düşünüyorsun?”
“Ben yalnızca kazananı biliyorum” dedi Paul. “Ve kazanan Daffodil”
“Demek Daffodil?”
Bir anlık bir duraksama oldu. Daffodil, diğerlerine bakılınca, pek de parlak bir at sayılmazdı.
“Dayı!”
“Efendim, evlat?”
“Bu durumu başkalarının öğrenmesine izin vermeyeceksin, değil mi? Bassett’a söz verdim.”
“Bassett, kahrolası! Bunun onunla ne alakası var?”
“Biz ortağız. Ta başından beri hem de. İlk beş şilini o ödünç verdi bana, dayı. Gerçi onları kaybettim. Ona söz verdim, şeref sözü, bu sadece onunla benim aramda kalacaktı; fakat sonra, senin bana verdiğin on şilinle kazanmaya başladım ve bu yüzden, şanslı olanın sen olduğunu düşündüm. Bu durumu başkalarının öğrenmesine izin vermeyeceksin, değil mi?
Çocuk, kocaman, masmavi gözleriyle dayısına derin derin baktı. Dayısı heyecanlandı ve elinde olmadan bir kahkaha koyverdi.
“Tamam evlat, sen nasıl istersen! Verdiğin ipucunu gizli tutacağım. Demek Daffodil? Ne kadar para koyacaksın Daffodil’e?”
“Yirmi paund hariç bütün paramı” dedi. “Yirmi paund’u kenarda tutuyorum.”
Dayısı, bunun iyi bir şaka olduğunu düşündü.
“Demek yirmi paund’u kenarda tutuyorsun, öyle mi, seni küçük hayalperest? E ne kadar koyabiliyorsun ki bu durumda?”
“Ben üç yüz koyuyorum,” dedi çocuk ağır başlılıkla. “Bu aramızda değil mi Oscar Dayı? Şeref sözü mü?”
Dayısı kahkahalara boğuldu.
“Tamam, tamam genç Nat Gould[1], aramızda sen merak etme” dedi gülerek. “peki üç yüzlüğün nerede?”
“Bassett’da. Benim yerime saklıyor. Ortağız onunla.”
“Öyle misiniz? Peki Bassett Daffodil için ne kadar koyuyor?”
“Sanırım o benim kadar çok bahis koymayacak. Belki bir yüz ellilik koyar.”
“Ne? Peni mi?” diyerek güldü dayısı.
“Paund,” dedi çocuk, dayısına hayretler içinde bakarak. “Bassett benim sakladığımdan daha çok para saklıyor bir kenarda.”
Oscar Dayı sessizleşti. Merak ve şaşkınlık içinde kalmıştı. Daha fazla soru sormadı ama yeğenini de Lincoln yarışlarına götürmeye karar verdi.
“Bak evlat,” dedi. “Ben Mirza için yirmilik koyuyorum ve senin istediğin herhangi bir at için de beşlik koyacağım. Seçimin nedir?”
“Daffodil, dayı.”
“Hayır, hayır Daffodil’e gitmeyecek bu beşlik!”
“Benim beşliğim olsaydı ben koyardım,” dedi çocuk.
“Tamam! Tamam! Haklısın! Bir beşlik benim bir beşlik de senin için Daffodil üstüne koyuyorum öyleyse.”
Çocuk daha önce hiç yarış hipodromunda bulunmamıştı. Gözleri ateş gibi parlıyordu. Dudakları iyice büzülmüş halde izledi. Ön sıradaki Fransız bir adam parasını Lancelot üstüne koymuştu. Heyecandan çılgına dönmüş bir halde, kollarını aşağı yukarı sallayarak Fransız aksanıyla “Lancelot! Lancelot!” diye bağırıyordu.
Daffodil birinci, Lancelot ikinci, Mirza ise üçüncü geldi. Çocuğun yanakları al al olmuştu ve gözleri meraktan parlayarak sessizce bekliyordu. Dayısı ona dört adet beş paundluk banknot getirdi. Bahis bire dört vermişti.
“Bunları ne yapmalıyım?” diye seslendi dayısı, çocuğun gözlerinin önünde paraları sallayarak.
“Sanırım Bassett’la konuşmalıyız” dedi çocuk. “Galiba şu anda bin beş yüz var. Yirmi de bir kenarda ne olur olmaz diye duruyor. Bir de bu yirmilik var şimdi.”
Dayısı çocuğa bir süre baktı.
“Bak evlat!” dedi. “Bassett ve şu bin beş yüz lira hakkında ciddi değilsin, değil mi?”
“Ciddiyim. Ama aramızda bu dayı! Şeref sözü!”
“Tamam evlat tüm şerefim üstüne yemin ederim. Bassett’la konuşmalıyım ama.”
“Dayı, eğer sen de Bassett ve benle ortak olmak istersen, olabiliriz. Ama, dayı söz vermen şerefin üstüne yemin etmen gerekir. Bu sır üçümüzden dışarı çıkmayacak. Bassett ve ben şanslıyız ve muhtemelen sen de şanslısın çünkü ben kazanmaya başladığımda senin verdiğin on şilinle oynamıştım.”
Oscar Dayı, Bassett’la Paul’u bir öğleden sonra Richmond Park’a götürdü. Orada konuştular.
“İşte durum böyle efendim,” dedi Bassett. “Efendi Paul benden yarışlar hakkında konuşup onlarla ilgili hikayelerimi anlatmamı istiyordu. Her defasında da kazanıp kazanmadığımı bilmek istiyordu. Onun için Blush of Dawn’a beş şilin koymamın üstünden bir sene geçti. Kaybetmiştik. Sonra şansı döndü. Sizden aldığı on şilini Singhalese’e koymamızla birlikte. Her şeyi düşünürsek o zamandan beri işler oldukça düzenli ilerliyor. Değil mi Efendi Paul?”
“Emin olduğumuz zamanlarda her şey yolunda gidiyor” dedi Paul. “Yeterince emin değilsek kaybediyoruz.”
“Aa o zamanlarda dikkatli oluyoruz ama.” dedi Bassett.
“Peki ne zaman emin oluyorsunuz?” diyerek gülümsedi Oscar Dayı.
“Ben değil, Efendi Paul oluyor, efendim,” dedi Bassett. Sesi gizem ve inanç doluydu. “Sanki göklerden gelen bir gücü var. Daffodil’de ve şimdi de Lincoln’de. Çok emindi.”
“Daffodil üstüne de para koydunuz mu?” diye sordu Oscar Cresswell.
“Evet, efendim. Ve kazandım.”
“Peki ya yeğenim?”
Bassett soruya inatla cevap vermiyor, Paul’e bakıyordu.
“Ben de bin iki yüz kazandım değil mi Bassett? Dayıma, Daffodil üstüne üç yüz koyacağımı söylemiştim.”
“Doğru,” dedi Bassett başıyla onaylayarak.
“Ya para nerede?” diye sordu dayı.
“Bir yerde kilitli tutuyorum efendim. Efendi Paul istediği her an alabilir parayı.”
“Ne yani, bin beş yüz lira mı?”
“Ve bir yirmilik! Bir de kırklık, yani yirmilikle kazandığı para.”
“İnanılmaz,” dedi dayı.
“Efendi Paul ortak olmayı teklif ediyorsa efendim, yerinizde olsam kabul ederdim. Şimdi izninizle,” dedi Bassett.
Oscar Cresswell durumu düşündü.
“Parayı görmek istiyorum” dedi.
Eve geri döndüler. Bassett gerçekten de elinde bin beş yüz paundla bahçeye geldi. Bir kenara koyduğu yirmilik At Yarışı Komisyon mevduatında Joe Glee adına tutuluyordu.
“İşte gördün dayı. Kesinlikle emin olduğumda her şey yolunda! O zaman her şeyimizi ortaya koyuyoruz, değil mi Bassett?”
“Koyuyoruz Efendi Paul.”
“Ne zaman emin oluyorsun?” dedi dayı gülerek.
“Bazen kesinlikle emin oluyorum, Daffodil’de olduğu gibi,” dedi çocuk. “ama bazen sadece öyle hissediyorum ve bazen hissetmiyorum bile, değil mi Bassett? O zamanlar dikkatli davranıyoruz çünkü çoğunlukla kaybediyoruz.”
“Öyle mi! Daffodil’de ki gibi emin olmanı sağlayan nedir evlat?”
“Bilemiyorum,” dedi çocuk biraz gerilerek. “Emin oluyorum işte dayı, hepsi bu.”
“Sanki göklerden gelen bir gücü var, efendim,” diye tekrarladı Bassett.
“Öyle olsa gerek!” dedi dayı.
Yine de ortak oldu. Leger en önde ilerliyorken, Paul kazanması çok da muhtemel olmayan Lively Spark için “emin”di. Çocuk atın üstüne bin paund koymak için ısrar etti, Bassett beş yüz ve Oscar Cresswell de iki yüz paund koydu. Lively Spark birinci geldi ve bahisler o at için bire ondu. Paul on bin paund kazanmıştı.
“Gördünüz,” dedi. “Ondan kesinlikle emindim.”
Oscar Cresswell bile iki bin paund kapmıştı.
“Bana bak evlat” dedi, “böyle şeyler beni endişelendiriyor.”
“Endişelendirmemeli dayı! Belki de uzunca bir süre bu kadar emin olamam.”
“Paranı ne yapacaksın peki?” diye sordu amca.
“Tabii ki,” dedi çocuk, “annem için ayırdım. Hiç şansı olmadığını söyledi, babam şanssız olduğu için. Bende eğer şanslı olursam, fısıltıların duracağını düşündüm.”
“Ne fısıltısı?”
“Evin fısıltısı. Evden nefret ediyorum, fısıldadığı için.”
“Ne diye fısıldıyor?”
“Neden, neden”, çocuk rahat duramıyordu, “neden, bilmiyorum. Ama hep paradan yoksun oluyor dayı bilirsin ya.”
“Biliyorum evlat biliyorum”
“İnsanlar anneme mahkeme emirleri yolluyorlar, biliyorsun değil mi dayı?”
“Sanırım evet” dedi dayısı.
“Ve sonra ev, sanki arkandan gülen insanlar gibi fısıldıyor. Düşündüm de, eğer şanslı olsaydım..
“Onu durdurabilirdi.” Diye ekledi dayısı.
Çocuk onu içlerinde esrarengiz soğuk bir alev taşıyan kocaman masmavi gözlerle izledi ve tek kelime bile etmedi.
“Peki sonra!” dedi dayısı. “Biz ne yapacağız?”
“ Annemin benim şanslı olduğumu bilmemesi gerekiyor,” dedi çocuk.
“ Neden evlat?”
“Beni durdurmaya çalışır.”
“Ben durduracağını sanmıyorum”
“Yaa! Onun bilmesini istemiyorum dayı!"diyerek beklenmedik bir şekilde cevap verdi.
“Peki evlat! Onun haberi olmadan halledeceğiz bu işi.”
Haletmeleri çok kolay oldu. Paul, diğerlerinin de önerisiyle, beş bin paundu dayısına, o da aile avukatına verdi. Aile avukatı Paul’un annesine bir akrabalarından beş bin paund kaldığını ve bu paranın beş yıl süreyle her yıl annesinin doğum gününde ona verileceğini bildirdi.
“Böylece annesi, beş bin paundluk doğum günü hediyesini beş yıl boyunca almış olacak.” Dedi dayısı. “ Umarım sonrası için her şeyi daha da zorlaştırmaz.”
Paul’un annesinin doğum günü kasımdaydı. Ev son zamanlarda her zamankinden daha kötü ‘fısıldıyordu’ ve şansına rağmen, Paul buna dayanamıyordu. Bin paundla ilgili doğum günü mektubunu gördüğünde annesinin vereceği tepkiyi çok merak ediyordu.
Misafir olmadığı zamanlar; Paul, yemeğini ailesiyle birlikte yiyordu ve dadısının kontrolünden de kurtulmuş oluyordu. Annesi neredeyse her gün kasabaya iniyordu. Garip bir yeteneği vardı. Kürk ve elbise kumaşları için çok iyi taslak hazırlardı, bu yüzden, önde gelen manifaturacıların başlıca “artisti” olan bir arkadaşının stüdyosunda gizli gizli çalışıyordu. Arkadaşı gazete reklamları için kürkler, ipek ve payetler içinde bayan figürleri çizerdi. Bu genç bayan artist yılda birkaç bin paund kazanırken, Paul’un annesi sadece birkaç yüz paund kazanıyordu ve yine memnun değildi. Bu yüzden, bir şeylerde birinci olmak istedi ama başaramadı. Manifatura reklamları için taslak hazırlama işinde bile…
Doğum günü sabahı kahvaltı için alt kattaydı. Annesi mektubu okurken, Paul gözlerini onun yüzünden ayırmıyordu. Onun avukatın gönderdiği mektup olduğunu biliyordu. Annesi mektubu okurken yüzü katılaştı ve ifadesiz bir hal aldı. Sonra, bu soğuk ve ifadesiz bakış dudaklarına indi. Mektubu, diğer mektupların bulunduğu dosyanın altına koymuş ve tek kelime etmemişti mektupla ilgili.
“Doğum günün için postada hiç güzel bir şey yok muydu anne? Dedi Paul.
“ Kısmen hoş” dedi. Sesi soğuk ve varla yok arasındaydı. Daha fazla bir şey söylemeden kasabaya gitti.
Akşamüstü Oscar Dayı gelmişti. Paul’un annesi avukatla uzun bir görüşme yapmış ve beş bin paundun tamamını bir seferde alıp alamayacağını sormuştu. Çünkü borçları vardı.
“Ne düşünüyorsun dayı?” dedi çocuk
“Sana bırakıyorum evlat.”
“Peki ver o zaman hepsini. Biz diğeriyle biraz daha fazla kazanabiliriz.” Dedi çocuk.
“Azla yetinmeyen, çoğu hiç bulamaz, delikanlı!”
“Fakat Grand National, Linconshire ya da Derby’de tutturacağıma eminim. Birinden birini bileceğimden eminim.” Dedi Paul.
Böylece, Oscar dayı anlaşmayı imzaladı ve Paul’un annesi beş bin paundun tamamını aldı. Sonra çok tuhaf bir şey oldu. Evdeki sesler çıldırmıştı birden, bir bahar akşamındaki kurbağa seslerini andırıyordu. Evde belli başlı yeni mobilyalar ve artık Paul’un bir özel öğretmeni vardı. Sonraki sonbaharda babasının okuluna, Eton’a gidiyordu. Kış günü bile çiçekler vardı evde ve annesinin alışık olduğu lüks hayat daha da gelişiyordu. Fakat evdeki sesler susmuyordu. Mimoza ve badem çiçeği kokusunun ve yanardöner yastık yığınının altından; coşku ile bağıran bir çığlık, titrek bir ses geliyordu: “ Çok para lazım! Ooo, daha çok para lazım! Yaa, şimdi, hemen! Şimdii – çok para lazım! Daha çok! Her zamankinden çok!”
Bu Paul’u çok korkutuyordu. Özel öğretmeniyle Latince ve Yunanca çalışmıştı. Çoğu zamanını Bassett ile geçiriyordu. Grand National'da tutturamamıştı ve yüz paund kaybetmişti. Yaz kapıdaydı. Lincolnde de sancılı bir dönem olmuştu. Lincoln’de bile tutturamamıştı ve beş yüz paund kaybetmişti. Sanki içinde bir şeyler patlayacakmış gibi bakışları ilginçleşmiş ve vahşileşmişti.
“Boş ver evlat, aldırma!” dedi Oscar dayı. Fakat çocuk onu duymuyor gibiydi.
“Derby’i tutturmam gerekiyor. Derby’i tutturmam gerekiyor!” diye yineledi çocuk. Büyük mavi gözleri öfkeden deliye dönmüş, parlıyordu.
“Deniz kenarına gitsen daha iyi olur. Beklemek yerine deniz kenarına gitmek istemez misin? Bence daha iyi olur.” Dedi. Endişeyle ona bakıyordu ve onun yüzünden çok garip hissediyordu.
Fakat çocuk esrarengiz mavi bakışlarını ona doğrulttu.
“Derby’den önce gidemem anne!” dedi. “Mümkün değil gidemem!”
“Neden?” dedi, karşılık verdikçe sesi ağırlaşıyordu. “Neden? Eğer istediğin buysa, Oscar dayınla birlikte deniz kenarından da gidebilirsin oraya. Burada beklemene gerek yok. Ayrıca, bence bu yarışları çok fazla önemsiyorsun. Bu iyiye işaret değil. Ailem hep kumarbaz bir aile olmuştur ve sen büyüyene kadar bunun ne kadar büyük bir yıkım yaşattığını anlayamayacaksın. Fakat gerçekten çok zarar verdi. Eğer bu konuda mantıklı olacağına söz vermezsen, Basset’i kovacağım, Oscar dayını da seninle yarış hakkında konuşmaması için uyaracağım. Deniz kenarına git ve unut artık bunu. Daha fazla küstahlaşma!”
“Beni Derby’den önce göndermediğin sürece, ne istersen yapacağım anne.” Dedi çocuk.
“Seni göndermek mi? Nereye? Bu evden mi?”
“Evet,” dedi ona bakarak.
“Neden, seni meraklı çocuk, birdenbire senin bu evi bu kadar önemsemene sebep olan şey ne? Burayı bu kadar sevdiğini bilmiyordum.”
Konuşmadan öylece baktı. Hiç açığa çıkarmadığı sır içinde sırrı vardı. Bassnett’a ya da Oscar dayısına bile söylememişti.
Fakat annesi, bir süre karasız ve suratı asık bir şekilde dikildikten sonra:
“Peki, tamam! İstemiyorsan Derby bitene kadar deniz kenarına gitme. Fakat bana söz ver. Sinirlerinin yıpranmasına izin vermeyeceksin. At yarışlarını çok fazla kafana takmayacaksın.
“Hayır, onları kafama takmayacağım. Endişelenmene gerek yok, senin yerinde olsam endişelenmezdim anne!” dedi Paul.“Birbirimizin yerinde olsak ne yapardık merak ediyorum.” “Ama endişelenmene gerek yok biliyorsun değil mi anne?” diye tekrarladı Paul “Bunu bilmek beni çok mutlu ederdi.” “Hadi anne, sen de biliyorsun. Yani endişelenmene gerek olmadığını bilmelisin.” diye ısrar etti Paul. “Öyle mi? Göreceğiz.” Paul’un sırrı, ismi olmayan tahta atıydı. Dadısının kontrolünden kurtulup özgürlüğüne kavuştuğunda, Paul atını evin en üst katındaki kendi yatak odasına taşıttı. “Bir sallanan atla oynamak için çok büyüksün” diye azarlamıştı annesi. “Gerçek bir atım olana kadar bu çeşit hayvanları seveceğim” diyerek tuhaf bir cevap verdi. “Sana arkadaşlık edebiliyor mu peki” diye sorarken gülüyordu annesi. “Evet! Ben oradayken bana arkadaşlık ediyor” oldu Paul’un cevabı.Bu nedenle, o eski püskü at, şaha kalkmış halde çocuğun odasında duruyordu.
Derby yarışı yaklaştıkça Paul’un gerginliği artıyordu. Söylenilenleri zar zor duyuyordu ve çok güçsüzdü. Gözleri esrarengiz bir şekilde bakıyordu. Annesi onunla ilgili ani huzursuzluklar yaşıyordu. Zaman zaman, kısa bir süreliğine onunla ilgili kötü bir hisse kapılıyor, biran önce oğluna koşup onun iyi olup olmadığını görmek istiyordu.
Derby’den iki gece önce, şehirde büyük bir partiye katılığında, kalbi yine oğluyla ilgili o endişelerden biriyle çarptı. Etkisi o kadar şiddetliydi ki zar zor konuşuyordu. Bu hisse inanmak istemedi ama sağduyusuna güveniyordu ve bu his çok kuvvetliydi. Dansı bırakıp evi aramak için aşağı indi. Dadı bu saatte telefon çalınca çok şaşırmış ve korkmuştu.
“Çocuklar iyi mi Bayan Wilmot?”
“Evet, efendim, onlar oldukça iyi.”
“Peki Paul? O iyi mi?”
“Gayet iyi efendim, o doğruca yatağına gitti. Yukarı çıkıp ona bakmamı ister misiniz?”
“Hayır” dedi annesi isteksizce. “Hayır, endişelenme her şey yolunda, uyumaya devam edebilirsin biz kısa bir sure sonar evde olacağız” diye devam etti. Oğlunu rahatsız etmek istemiyordu.
“Peki, efendim” dedi dadı.
Paul’un annesi ve babası saat 1 gibi eve geldi. Ev sessizdi. Annesi odasına gitti ve beyaz kürkünü çıkarttı. Hizmetçiye onu beklememsini söylemişti. Aşağıda kocasının bir viski-soda hazırladığını duydu.
Sonra, içindeki tuhaf his yüzünden, yukarıya, oğlunun odasına çıktı. Sessizce üst koridorda yürüdü. Hafif bir gürültü mü duymuştu? Neydi o?
Kapının önünde durdu ve dinledi. Odadan tuhaf, şiddetli ama alçak bir ses geliyordu. Kalbi duracaktı. O sessiz ama güçlü bir gürültüydü. Büyük bir şey şiddetli bir şekilde ama sessizce hareket ediyordu. Tanrı aşkına, neydi o ses? Bunu bilmek istiyordu. Onun ne olduğunu bildiğini hissetti. Ne olduğunu biliyordu.
Fakat bir türlü hatırlayamıyor ve onun ne olduğunu söyleyemiyordu. Ses çılgınca devam ediyordu.
Korkudan donmuş gibiydi, yavaşça kapı kolunu çevirdi.
Oda karanlıktı fakat pencerenin önünde ileri geri sallanan bir şey olduğunu duyabiliyor ve görebiliyordu. Korku ve şaşkınlık içinde bakakaldı.
Sonra aniden ışığı açtı ve oğlunun, yeşil pijamaları ile oyuncak atının üzerinde deli gibi sallandığını gördü. Işık, atını süren Paul’u ve açık yeşil elbisesiyle kapıda duran annesini aydınlattı.
“Ne yapıyorsun sen Paul” diye bağırdı annesi.
“O Malabar!” diye bağırdı Paul güçlü ve garip bir sesle.
Paul sallanan atını sürmeyi bırakıp, hissiz ve donuk bakan gözlerini annesine çevirdi. Sonra da yere düştü. Annelik içgüdüsünün hissettirdiği acıyla annesi oğlunu kaldırmak için yanına koştu.
Fakat Paul’un bilinci kapalıydı ve bu durum beyin hummasıyla birlikte devam etti. O sayıklıyor ve sarsılıyordu. Annesi yanına oturdu duygusuzca.
“Malabar! Biliyorum Basset o Malabar!” diye bağırdı çocuk kalkıp ona vahiy eden oyuncak ata binmeyi denerken.
“Malabar ile neyi kastediyor?” diye sordu kalbi buz kesen anne.
“Bilmiyorum” dedi baba, duygusuzca.
Anne bu sefer aynı soruyu kardeşi Oscar’a sordu.
“O Derby’de koşacak atlardan birisi.”diye cevapladı Oscar.
İçinde bulundukları umursamadan, Oscar Cresswell Basset ile konuştu ve Malabar’a bire on dört, bin paund oynadı.
Hastalığın üçüncü günü kritikti, bir değişlik bekliyorlardı. Çocuk uzun ve kıvırcık saçlarıyla yastığın üzerinde durmadan sarsılıyordu. Çocuk ne uyuyor ne de bilinci yerine geliyordu. Gözleri mavi taşlar gibiydi. Kalbinin durduğunu hisseden anne taş kesmiş gibi oturuyordu.
Akşam Oscar Cresswell gelmedi fakat Bassett bir dakikalığına uğrayıp uğrayamayacağını soran bir mesaj gönderdi. Annesi bu davetsiz ziyarete çok kızdı ama biraz düşündükten sonra kabul etti. Çocuğun durumu hala aynıydı ve belki Bassett onun bilincini geri getirebilirdi.
Kahverengi bıyıklı ve kahverengi gözlü kısa boylu bahçıvan sessizce odaya girdi. Hayali şapkasıyla Paul’un annesini selamladı ve sessizce yanında bekleyerek pırıltılı gözlerle sarsılan, ölen çocuğu seyretti.
“Efendi Paul! Efendi Paul, Malabar birinci geldi. Bana söylediğinizi yaptım. Yetmiş bin paunddan fazla kazandınız, şuan seksen bin paunddan fazla paranız var. Malabar kazandı efendi Paul!” diye fısıldadı Bassett.
“Malabar! Malabar! Sana Malabar’dan bahsetmiş miydim anne? Şanslı olduğunu düşünüyor musun anne?” Malabar’ın kazanacağını biliyordum. Seksen bin paundumuz var. Bu şans olabilir mi anne? Malabar kazandı! Eğer atımı emin olana kadar sürebilseydim, sana sonucu söylerdim ve o zaman istediğin kadar para koyabilirdin Bassett” dedi ve “Elindekilerin hepsini oynadın değil mi?” diye sordu Paul.
“Bin paund oynadım efendi Paul.” diye cevapladı Basset.
“Sana daha önce söylememiştim, anne ama eğer atıma binip, oraya ulaşabilirsem eminim, adım gibi eminim! Sana daha önce hiç söylemiş miydim, anne? Ben şanslıyım.”
“Hayır, söylememiştin.” dedi anne.
Ama çocuk o gece öldü.
Çocuğun, ölü bedenin başında bile, annesi kardeşinin şu sözleri söylediğini işitebiliyordu: “İyi tarafından bak Hester, seksen bin paundun var; gerçi oğlunu kaybettin ama… Yazık oldu ama o şimdi sallanan atıyla birlikte yeni bir kazanan bulmak için çok daha iyi bir hayata doğru yolculuğa çıktı.”
Yazar: David Herbert Lawrence
Çevirenler: Alican KARAKAYA
Begüm AYDIN
Kübra KARAKAPICI
Nagehan TURAN
Selma BAŞARAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder