Gözlerini kapat… Vücudunu soluk almaya bırak… Dikkatini vücudunun doğal solunum ritmi üzerinde topla… Her nefeste daha da gevşiyorsun… Bembeyaz bir ışığın üzerinde parladığını hayal et… Işığın vücudunla bir olmasına izin ver… Bırak içinden aksın… Zihninin derinlerine aksın bu ışık… Daha derinlere… Bırak sana yol göstersin… Daha da derinlere…
Şimdi ondan geriye doğru saymaya başlayacağım ve azalan her rakamla daha da huzurlu hissedeceksin… On. Dokuz. Sekiz. Yedi. Altı. Şimdi kimsenin sana zarar veremeyeceği güvenli bir yerdesin… Beş. Dört. Üç. İki. Eğer geri dönmek istersen tek yapman gereken gözlerini açmak… Bir.
Birkaç Gün Öncesi…
Bir patikadayım. Gece karanlık ve serin. Her varlık sessiz. Sadece onun tatlı kıkırdamaları kulaklarımı dolduruyor. Onun mutlu olduğunu bilmek… Anlamıyorum ama içimde kabaran mutluluğa da engel olamıyorum… Bir an sonraysa kaos geceye hakim oluyor. Onun kıkırdamalarıyla renklenen gece, silah sesleriyle kanla yıkanıyor ve bir kez daha tek renge mahkum oluyor. Her şey yeniden başlaması gereken bir masalmış gibi geri geri yürümeye çalışıyorum. Her şeyi geri alabilmeyi istiyorum… İmkansız. Ayaklarımın altındaki patika buna karşı çıkıyor ve beni sürüklüyor. Onları görmemi istiyor. Yine. Kanla çamurlaşmış toprağa beni itiyor. Birisinin bağırdığını duyuyorum. Kısa bir süre içerisinde adamın anlamsız çığlıklarına cevap geliyor. Üç polis, adama ne olduğunu soruyorlar göz ucuyla cesetleri süzerken. Kardeşinin sevdiği kadını vurup intihar ettiğini anlatıyor. Kadın. Mutluluk notalarını geceye salan o ses, şimdi yerde. Katiline dönüyorum. Elinden bir parça kağıt gevşekçe sarkıyor:
“ İçimde büyüyen bu his… Sonunda O’nu buldum. Özgürlüğümü, iki kelimeyle bana bahşetti. İki kelimenin peşinde ikiye bölünmesine gerek yok artık. Onu kaybetmektense kendi hayatıma son veririm…”
Bu notla ümitsizce bırakmıştı kendini ölümün kollarına; sevdiği kadını da beraberinde çekerek. Korkuyorum. Çünkü hiçbir şey olması gerektiği gibi değil. Birkaç dakika öncesine kadar her şey farklıydı… Dikkatimi başka bir şey çekiyor. Daha önce fark etmediğim. Bir gazete yerde duruyor. Siyah beyaz bir filmde aniden beliren kırmızı gibi. Burada olmaması gerekiyordu. Daha önce burada değildi… Gazeteyi yerden alıyorum. Üzerinde çamur lekesi yok; hatta ıslaklık bile. Başlığa bakıyorum: “BÜYÜK BUHRAN”. Tekrar ve tekrar. Yıl 1930’du.
Gözlerini açabilirsin!
“ Bu seansla daha da derinlere inmeyi başardık, Nicholas.” dedi Hipnoterapist. “ Victoria’nın sırrına ulaşmak üzereyiz… Seninle ilişkisini bulmaya çok yaklaştık… Her gece rüyalarını neden işgal ettiğini bulacağız?” Son seanslarda bana davranışları değişti. Önceleri sözleri samimiydi. Gülümsemesi de. Artık her uyandığımda bana bakışlarında zorlama bir yakınlık görüyorum. Aynı zamanda da anlamlandıramadığım bir öfke. Sanırım o da bir anlam veremiyor. “Julian’ın yazdığı notta neler olduğunu hatırlamayı başardın kesik kesik olsa da. Victoria’yı öldürüp intihar etmiş. Onları bulansa Julian’ın kardeşi Edward.” Bir an durakladı. Hala kafasında oturtamadığı noktalar vardı belli ki. “ Nicholas, bunu nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum ama bu seansta yeni bir şeyler hatırladın.” Kelimeler arasında kasti olmayan boşluklar bırakıyor. Kelimeleri ağzından dökmesi, doğada siyah bir panterle yüzleşmekten daha zormuş gibi. Bana, gözlerimde hala canlı olan bir görüntüyü kelimelerle anlatmaya koyuluyor. Ses tonundaki zikzaklar zihnime kazınıyor ve zihnimin çok uzak bir köşesindeki gölge kaçmam için adeta yalvarıyor. “1930.” oldu son sözleri. Biz 1975’teyiz, biliyorum. Bana rüyalarımın tek bir anlamı olduğunu uzun uzadıya tekrardan anlatmaya başlıyor. Konu benden uzaklaştıkça, sesi onunla ilk tanıştığım andaki tınısına kavuşuyor. Daha yakın, belki sevecen ama kesinlikle belirsizlikten, gidip gelen kinden uzak. Gözleri bana dönüyor. Bir an ne anlattığını unutuyor ve tekrar konuşmaya başladığında sesi özlemediğim tınısıyla kulaklarıma akıyor. “Senin kimin reenkarnasyonu olduğunu hala bilmiyoruz, Nicholas. Ama son bir seansla bunu da açığa çıkartacağımıza eminim.”
Birkaç Gün Sonrası…
Bir evdeyim. Victoria, Julian’ın kollarında. Ağlıyor. Sesler boğuk. Aradan bazı kelimeleri seçebiliyorum ancak. “ Korkuyorum… Eninde sonunda öğrenecek…” Julian, teselli etmek istercesine daha da sıkı sarılıyor… Daha derinlere… Daha da Derinlere… Etrafımdaki dünya yavaş yavaş karınlıkla boğuluyor. Gözlerimin görebildiği sadece engin karanlık ya da tahtayla çevrelenmiş, engin ışıktan sakınılmış karanlık… Karanlıkta beklerken beyaz, parlak bir ışık bütün vücudumu sarıyor ve beni her gece rüyalarımda tekrar tekrar ziyaret ettiğim o çalılığa götürüyor. Bir kadının, Victoria’nın mutlulukla ışıldayan sesini duyuyorum. Aklım bu sesin peşinden giderken, birazdan olacakların bilgisi zihnimi işgal ediyor. Daha derinlere… Daha da derinlere… Bir şeyler yapmalıyım. O sesin peşinden koşuyorum. Hiç olmadığım kadar hızlıyım. Ve onları görüyorum. Çok mutlular. Dokunuşları, bakışları… Mutlulukları gümüşle yıkanmış gökyüzünde altın tozu gibi parlıyor. Victoria’nın zihnine dokunuyorum; bilmeden, farkında olmadan; benim bir parçammışçasına:
“ İçimde büyüyen bu his… Sonunda O’nu buldum. Özgürlüğümü, iki kelimeyle bana bahşetti. İki kelimenin peşinde ikiye bölünmeme gerek yok artık… Eğer bilseydi, kendi öz kardeşini öldürürdü.”
Son sözleri zihninde kabus imgeleriyle gözlerine korku lekeleri döküyor. Julian’ın dikkatini bu gözler değil; başka bir şey çekiyor ama. Gözlere arkasını dönüyor. Çalılıklardan elinde silahıyla çıkan kardeşine… Edward hiçbir şey söylemiyor. Zira sözler, kanlı gözlerin anlattığı her şeyin altında kalır. Silah ilk Victoria’nın kanını toprak anaya döküyor. Daha sonraysa Julian’ın… Edward cesetleri tanımaz gözlerle süzüyor bir süre. Sonraysa avazı çıktığı kadar bağırmaya başlıyor. Polisler gelmeden önce bakışlarımız son bir kez daha birleşiyor. Bu sefer boşluğun dolduğunu görüyorum. Kinle…
Bir kez daha bembeyaz bir ışığın üzerinde parladığını hayal et… Işığın vücudunla bir olmasına izin ver. Bırak içinden aksın ve seni geçmişinden bugüne taşısın… Işık yavaş yavaş karanlığa teslim olurken, bırak bilincinle birlikte geçmişin izleri bu hayata uyansın… Gözlerini açabilirsin dediğimde huzurla gözlerini açacaksın…
Gözlerini açabilirsin!
İçimde büyüyen bu his… Sonunda O’nu buldum. Hayatımı. Özgürüm. İki dünyanın peşinde ikiye bölünmeme gerek yok artık. Hayatım önümde bir sır değil.
Hipnozdan uyandıktan sonra, bana doğrudan, bir kere bile bakmıyor. Gitmemi ister gibi bir hali var. Ama o gün hiç de öyle başlamamıştı. Sanki bir süredir devam eden nedensiz soğukluğunu sonlandırmak için çabalar gibiydi. Uyandıktan sonraysa her şey değişiyor. Oradan ayrıldıktan sonra doğrudan evin yolunu tutuyorum. Zihnim bir yükten kurtulmuş, kendi etrafında dönüp bir oraya bir buraya koşturuyordu. Bir bira açıp televizyonun başına oturuyorum. Haberleri izlerken uyuya kalmışım, o gece yapacağım son şey olduğunu bilmeden.
Gözlerini açabilirsin!
Korkuyla doğruluyorum. Beni omuzlarımdan koltuğa bastırıyor ve kulağıma fısıldıyor:
“Unutma! Ölüm bir son değil; yeniye intikal… Ve ben her bir evresinde, ruh her yeni bir bedene büründüğünde canını almak için orada olacağım!”
Çeviren ve düzenleyen: Alican Karakaya
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder