Gökyüzünü örten, gecenin rengine boyanmış bulutlar; öteden gelen tüm ışığı perdeliyordu. Beni içine alan yalnızlığım, üzerine bağdaş kurduğum kayada tüm dünyadan, tüm seslerden ve tüm renklerden soyutlamıştı düşüncelerimi, duygularımı ve benliğimi. Ardımda ucu bucağı olmayan bir dünya var; önümdeyse yükselen, ardımdaki ucu bucağı olmayan dünyayı yutmaya hazırlanan devasa dalgalar. An kendi içinde büyüyen bir anaforla beni adeta zamanın içine hapsetti. Olan biten her şey ama her şey gözlerimin önünde yine yeniden vuku buluyordu, bir bedene bürünüyordu. Bedenimi efsunlarıyla uyuşturan, zihnimi varlığıyla zehirleyen ve duygularımı sıcaklığıyla donduran biri dalgaların git gide büyüyen karanlığı arasında kendine ışıl ışıl parıldayan bir yüz çizdi. Kış gecelerinin donuklaşan karanlığında yağmurla yıkanan yüzlere aşina gözlerim kamaştı. Bir kez daha…
Nisan. Gökyüzü yeni bir nefesle hayat bulmuştu. Yağmur, geceyle beraber bir uçurtmanın kuyruğunda; unuttuğum, hatırlamayı dahi hatırlayamadığım bir fırtınanın pençesinde yitmişti. O günü, önümde ışıl ışıl parıldayan yüzde, gün gibi canlı görebiliyordum. İlk dokunuşu hatırlıyordum, etrafımdaki karanlık pusun dağılışını. O fırtınada sıkı sıkıya tutunduğum elin bütün vücudumu kavrayışını hatırlıyordum. Bir sokağın başında rast gelmiştik ve fırtına kopmuştu. Neşe ve umuda gebeydi fırtına. Bedenim ışığın zarif damlalarıyla yıkandı. Bedenimde gezinen damlalar, damarlarımda akan, her daim kalbime öfke pompalayan zifti kendi karanlığıyla boğdu. Kulaklarım dağılan pusun çığlıklarıyla bir süre bir şey duyamaz oldu. Aklım huzur dolu bir okyanusta yelken açmıştı. Duymama ne gerek vardı. Kopan fırtına bile dalgalandıramamıştı pürüzsüz yüzeyi. Pus ve Saf, Şer ve Lütuf, Zift ve Işık, Ekim ve Nisan…
Söken günün habercisi, şafağın çiğleri üzerinde; güvertede her sabah yalın ayak başucuma gelip, zarif dokunuşlarıyla bana müjdeler dizdi. Her sabah, bir zamanların geçit vermez karlarını eriten gülümsemesiyle ömre bedel bir anın kanatlarında, zamanın akan nehrinde beni huzurla saklayacak o yere, bilinmeze taşıdı. Mutlu muydum bilmiyorum. Bunu tanımlamak ne olduğunu biliyor olmamı gerektirir. Kabuslarla bölünen sabahlarıma doğan yeni bir yıldızdı. Bilinmeze attığım adımları yeni baştan atma fikri, yeniler ne kadar sağlam olacak olsa da aklımın kapılarından anlamlı bir bütün olarak geçemiyordu. Bekliyordum, bu fırtınanın da dinmesini.
Zira değişmiştim. Sokaklarıma hiçbir korkunun adım atmasına izin vermezdim. Zira değişmiştim. O zamanlar ben ne kadar inkar etsem de sokaklarımın birisinin lağıma açılan mazgalında pusuya yatmış bir korku her daim izliyor, bekliyordu. Tetikteydi. Atmamam gereken adımı attığım zaman şahlanıp tüm sokaklarımı işgal edecekti. O nedenle kim bilebilirdi fırtınanın göbeğindeki en karanlık bulutun benim için saçtığını yıldırımlarını dört bir yana. Ne kadar sürdü bilmiyorum fırtına. Lakin bir kere dinince, o ana kadar sessiz, pürüzsüz, huzurla çalkalanan okyanus öfkeyle köpürdü. Artık yağmur da, kar da, ayaz da kalbinden akıyordu. Değişim ani ve sertti.
Neden böyle davrandığımı bilmiyorum. Çok, çok uzun bir süre fark edemedim köpüren okyanusun derinliklerinde gizlenen kişiyi. Nisan’ın parıldayan güneşi bile delemedi o derinliklerin pusunu. Korkuydu hep. Şimdi önümde yükselen kara dalgaların derinliklerinde o kişiyi sanki dünyamın üzerindeki tüm pus kalkmış gibi seçebiliyorum ve tanıyorum da. Nisan’ın gözlerinden neden tanıyamamıştım o yüzü? Ama korkuydu hep. Beni kendimle amansız bir savaşa düşüren de, Nisan göğünü pusuya düşüren de oydu. Nasıl yapabildim? Nasıl hiçbirini anlamlandırmayı tasavvur edemeden damarlarımda akan ziftin, aklımdaki pusun himayesine bir kez daha girdim?
Işıktan geriye gölgeler kaldı. Tırnaklarım kanayıncaya kadar kazdım okyanusun öfkeli sularını. Parmak uçlarımdan damlayan kan suda karakterler çizdi. Akabinde damlayan kan bir tatar oku misali delip geçti onları. Akşamlara kadar sürdü suyla cebelleşmelerim. Nisan göğü donuk bulutlarla örtüldü. Yorgun düştüğümü hatırlıyorum. Ellerim titriyordu. Bir sabah onu güvertenin bir köşesine sinmiş titrer halde buldum. Çiğ üzerine yağmıştı. Renkler çekilmişti gözlerinden. Ötesini görebildiğimi sandım o an. Ama korkuydu hep; anlayamadım. Nihayete erdiğini sandım, artık okyanusun da ehlileştiğini. Sarıldım. Zira o, gerçek öteyi görebilmişti. Kollarım hiçliğe sarıldı. Sema, evladını geri istiyordu. Rüzgarın kanatlarında güverteden aşağıya, okyanusun derinliklerine; parıldayan ışığın bana geçit vermediği o yere, bilinmeze gitti. Evet, bir sokağın başında rast gelmiştik. Aslında evet, yine aynı sokağın başında bitirdik. Pus ve Saf, Şer ve Lütuf, Zift ve Işık, Ekim ve Nisan…
Dalgalar önümde bir dağ… Ardımda parlayan sokak lambaları gölgesinde sindi. Anı hapseden anafor çözüldü. Ve dalgalar indi. Beni bağdaş kurduğum kayanın üzerinden başka bir kayaya çaldı. Acı ciğerlerimdeki soluğu emdi. Suratımdaki her bir duygu kırıntısını silip yok etmek isteyen kayanın pürüzlü yüzeyi kafatasımı paramparça etti. Bedenim zamanın aşındırmasına dayanmış bir başka kudretli kayaya çalındı. Düşündüğümü hatırlıyorum ben de o kudretli kayalardan biri olabilirim; belki bir gün. Lakin o güne kadar, bedenim karanlık ve soğuk bir gelgitin pençesinde, soğuk karanlık bir ateşin pençesinde, nihai kudretin pençesinde…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder