2010-02-22

Minibüs

           Sema, ışığa geçit vermeyen gölgelerle örtülüydü. Öteden, yıldızlardan gelen ışığı boğuyordu gölgeler. Kenarında ağır aksak adımlarla yürüdüğüm cadde kâh sahiplendiğim evrenimi gözlerime hapseden, beni kalabalığın içinde yalnızlığa iten kavuniçi bir ışıkla yıkanıyor; kâh gözlerimde donan hayatı tuzla buz edercesine akla; kâh karanlıkta bambaşka bir evrenden, bir gedikten gelen mekanik mahlukların kırmızı ve sarı gözlerindeki parıltılarla. Yalnızlığım, hayatın parlamadığı ışığın altında uzayıp giden gölgelerle tıklım tıklım. Ve varlığımın her zerresinde onu hissedebiliyordum. Nereye gidersem gideyim pençeleri bir adım berimde toprağı deşiyordu bana uzanmak için. Çürümüş, küflenmiş. Var olan bütün o mahlukların leş kokusu damıtılmış, onun özüne sindirilmişti. Karanlıkta göremiyordum. Bakışlarım sonsuz, boş, kokan karanlığa dönüktü. El yordamıyla ilerliyordum.

Zihnimin içinde dönen düşüncelerimi bir kenara savurdum bir anlığına. Kırmızı-sarı lav nehrine diktim gözlerimi. Karanlıktı yine de. Yoruldum yürümekten. Fakat devam ettim, kahramanlar gibi, ta ki takatim kalmayana kadar. İşte tam o sırada birinin bana gülümsediğini hissettim. El ettim lav nehrinin ortasında benim gibi aksak adımlarla yol alan mavi mahluka, bir minibüse.

İçeri adım attığım anda tuhaf bir sıcaklık yüzüme vurdu. Kızarmaya başladığımın farkındaydım. Kapıların hemen berisindeki ikili koltuklarda oturan iki kadın dönüp bana baktı. Bakışlarımızın karşılaşmasına izin vermeden kafamı çevirdim. Şoför koltuğunun yanındaki koltukta iri yarı bir adam oturuyordu. Şoför beyle koyu bir konuşmaya dalmışlardı, “Şoförle konuşmayın” yazısına aldırmadan. Diğer koltuklar boştu. Ücreti uzattım. Kuruşu kuruşuna tamdı. Kısık sesle son durağı haykırdım. Duydular mı bilmiyorum. Derhal şoför koltuğunun berisine geçtim. Bacaklarımı kıvırıp hafifçe içime doğru çektim. Koltuğa gömüldüm iyice. Buğulu cama kafamı yasladım. Buğuyu bozmak gibi bir niyetim yoktu. Benim için engin derya kadar değerliydi. Etrafımı saran sıcaklıkta onun serinliğine sığındım.

Kavuniçiyle yıkanan caddeye çıktık. Camın buğusunun derinliklerinden, gün görmemiş bucaklarından parlayarak, yakarak uzanan kavuniçi ışık gözüme vurdu. Minibüsün böylesine kalabalıklaştığını fark edememiştim o ana kadar. Ayakta duran iki takım elbiseli adamdan biri elindeki sosislinin sosunu beyaz gömleğine bulaştırdığını fark etmeden sosislisini yemeğe devam ediyordu. Yanındaki diğer takım elbiselinin olabildiğine yüksek sesle, gülerek anlattığı, bana anlamsız gelen kelime yığınlarını can kulağıyla dinliyordu. Sağıma baktım. İki kişi yanıma oturmuştu. Dosdoğru ön camdan yolu seyrediyorlardı. Yanımdaki zayıf, elmacık kemikleri suratından fırlamaya hazır gibi duran bir lise öğrencisiydi. Üzerindeki okul üniforması bol geliyordu. Çantasını kucağında sıkı sıkıya tutuyordu. Kim bilir aklından neler geçiyor diye geçirdim aklımdan. Onun yanında yaşlı bir kadın oturuyordu. Saçları boyasızdı; yüzüyse dinç. Karanlıkta kim bilir ne işi vardı? Elimi farkında olmadan, istemsiz boğazıma götürdüm. Nefes alamıyordum sanki. Yanan tenim, dışarıdaki kış ayazının soğuğunu eldiven niyetine giyen ellerimle bir tezattı. Acı verdi. Kokuyu, boşluğu, onu unuttum. Arkama döndüm bir telaşla. Kalabalığın üstüme çağlayarak akan nefesi beni koltuğuma gömdü. Derine indim, daha da derine. Üzerinden birkaç ay geçmiş olan bir geceye götürdü beni.

Gecenin karanlığında ağlayan bir kadın vardı. Banyodaydım. Aynadaki yansımama baktım. Gözlerime, ışığın yitip gittiği gözlere. Dilimi çıkartıp aynadaki yansımasını inceledim. Bembeyaz kesilmişti. Hiç renk yoktu. Elimdeki jiletle hafif, temkinli bir dokunuş. Kırmızı… donuk… tıpkı gece gibi. Tadı hissettim. Kulaklarım bir ses için göklere haykırıyordu. Düzensiz nefes alış verişim aynayı buğuladı. Kendimi seçemez oldum. Yeni bir yüz çizdim aynada kendime. Gülmeye başladım, istemsiz, kopmuş, yitmiş… Gecenin karanlığında ağlayan bir kadın vardı. Artık bu dünyada ben diye bir şey kalmadı. Leş koku burnumdan zihnime doldu.


Akla yıkanan caddeye çıktık. Camın buğusunun derinliklerinden, günün kalbinden akan ışığa kötü bir taklit tadında, ak ışık parladı da parladı, ta ki bir kere daha minibüsün kalbinde gözlerimi açıncaya kadar. Hissetmediğim her bir frenle inmişti insanlar birer birer. Yavaş yavaş yalnızlaşmıştı yalnızlığım. Yanım bomboştu. Ellerim biraz önce iki, etten kemikten insanın oturduğu boşluğa kaydı. Ak ışıkla beraber soğuk dolmuştu içeriye. Sıcaklıkları için uzandım. Yola bakan boş gözleri aradım yolun boşluğuna bakarak. Yitmiş bakışları bulmaya çalıştım. Gülümseyen bir ağzın gittikçe yayıldığını hissettim. Çirkin sırıtış, var olmayan o yüzü işgal etti. Titremeye başladım ne soğuktan ne korkudan. İstemsizdi, bilinçsizdi. Titrek ellerimi farkında olmadan boğazıma götürdüm. Buz kesmişti tenim, don tutmuştu ellerim. Hiçbir şey hissedemedim. Titredim. Yine yeniden her şeyi unuttum. Arkamı döndüm bir telaşla. Yalnızlık gürleyen bir volkan misali nefesini üzerime üfledi. Koltuğa gömüldüm. Derine indim, daha da derine. Üzerinden birkaç hafta geçmiş olan bir geceye götürdü beni.

Gecenin karanlığında o kadını, karımı izledim. Parmak uçlarında yavaşça balkon demirlerine doğru yürüdü. Rüzgar saçlarını savuştururken aklına derinlerden bir melodiyi taşıdı sanki. Mırıldanıyordu. Yavaşça melodiye kapılırken balkon demirlerine yaslandı. Bahçedeki çınar ağacına bakıyordu. Düşünceleri aklımda hayat buldu sanki, karanlıkta beklerken. Ondan yüzlerce yıl daha yaşlı. Kar yağmaya başladı. Her bir tane, yaşlı çınarın yorgun kollarında öbekleşmiş karları biraz daha ağırlaştırdı. Yorulmuştu. Yalnızdı. Bir kuzgun yavaşça üzerinde süzüldü ve kar yığınlarını savurarak dallarından birisine kondu. Çınar dinledi; herhangi bir ses için yalvardı onu dinleyen göklere, ona ve karanlıktaki bana. Ama kuzgun saatlerce konuşmadan dalda durdu. O da. Ben de. Aniden başlayan rüzgarla da uçup gitti kuzgun… Sonra kendi vücuduna döndü karım. Simsiyahtı karanlıkta. Biliyordu. Yıldızlar bile ondan yana umudunu kaybedip üzerine göklerden parlamayı bırakmışlardı. Melodinin sonlarına gelirken yavaşça geriledi ve aksine bir hızla parmaklıklara doğru koşarak, üzerinden sıçradı. Kıpırdamadım. Karanlık kucakladı onu. Karanlığın saran kolları onu aşağı çekerken yüzünde masumane bir gülümseme belirdi. Hissettim. Zihninde yankılanan melodi bir sona doğru ilerlerken o da kendi sonuna, tabiri caizse ilerledi… Gecenin karanlığında o kadını, karımı izledim. Artık bu dünyada değildi. Boşluk kendi içimde büyüyerek aklımı sardı.

Buğulu cama kafamı yasladım bir kez daha. Etrafımı kuşatan ayazdan onun serinliğine sığındım bir kez daha. Gözlerimi kapadım. Yalnız kalmaktır işkence.

Kırmızı ve sarı parıltılarla yıkanan caddeye çıktık. Camın buğusunun derinliklerinden, patlamaya hazır yanardağın özünden püsküren kırmızı-sarı alevler gözlerimi kavurdu ve bir kez daha minibüsün kalbinde gözlerimi açtım. Gözlerim göremedi bir an hiçbir şey. Kamaşmış mıydı? Hayır. Göremedi bir an. Yalnızdım artık, bir başıma şoför koltuğunun berisinde. Etrafımı kuşatan ne soğuk ne sıcak vardı artık. Onlar da yitmişti. Hızlandık. Yavaşladık. Kırmızı ve sarı parıltılar bir parlar bir sönerken hızlandık ve yavaşladık. Şoför camından öteye baktım. Şehir gölgelerle sarılıydı. Uykuya yatmıştı. Uyku… Bilincimin gerisinde biri, bir şey şahlandı. Aklıma topraklı, gıcırtılı sesi ile saldırdı. Kulaklarım öfke haykırışlarıyla patlarcasına çınlıyordu. Bedenim açılmış, dışarı kan kusuyordu sanki. Karanlık aldı beni. Korku, bedenimi; lav nehrinin, önüne çıkan bir başına dikilen kayaları ezip geçtiği gibi yıktı. Kıvrandım. Bağırmak istedim. Kendi tırnaklarım tenimi yırttı. Bağırmak, haykırmak istedim. Bildiğim hiçbir dünyaya ait olmayan karanlık bir kahkaha aklımın iplerini elimden aldı. Tırnakları kanla kaplı ellerim, bedenimi yırtarak boğazıma ilerledi. Tenimi hissetmiyordum; içinde varlığımı sürdürdüğüm kabuğu hissedemiyordum. Korku… Her şeyi unutmak istedim. Arkama döndüm bir telaşla. Korku kendi yatağında usulca akan nehir misali doldu içime. Koltukta büzüldüm. Yok oldum kendi derinimde, koltuğun derininde. Üzerinden birkaç gün geçmiş olan bir geceye götürdü beni.

Gecenin karanlığında ağlayan bir kız çocuğu vardı; kızım vardı. Yapabilir miydim? Başını ıslattım ılık suyla. O yaklaşıyor hissedebiliyordum. Vuracaktı. Durulan suyu tekrardan şahlandıracaktı. Bundan sağ çıkamayacaktım. Acı… zihnime hükmedecekti, onun zihnine. Buna izin veremezdim. Yapabilir miydim? Diğerinden korudum… ama bu sefer farklı olacaktı. Nereden biliyordum? Nasıl bilebilirdim? Göze alabilir miydim? Küvetin içinde bacaklarıma yatırdım. Su kulaklarını örttü. Düşüncelerimi duymasın istiyordum. Gözleri etrafındaki her şeyi, o göz bebeklerine kazımak istercesine her şeye ilgiyle bakıyordu. Ne yapacaktım? Geceyi bir çığlık böldü… ve sonra bir tane daha… bir tane daha... Feryatları göklerde ve kulaklarımda yankılanırken küvetin içine bıraktım onu ve gittim. Gecenin karanlığında ağlayan bir kız çocuğu vardı; kızım vardı. Artık o da bu dünyada değildi. Karanlık yarattığı tüm korkularla üzerime koyu, kadife bir örtü serdi.

Buğulu cama kafamı yasladım bir kez daha. Beni bir anlığına da olsa özgür kılacak o teselliyi bekledim. Camdaki buğu çözüldü süzülen her bir damlayla beraber. Gözlerimi kapadım. Karanlığın pençesinde titredim.

Durduk. Emekleyerek çıktım minibüsten. Yalvardım içeride kalmak için sesim çıkmadan. Şoför uzaklaştı. Mavi mahlukun kapılarının dibinde bekledim. İlerlemeye, yürümeye korkuyordum. Hiçbir ışık yoktu; ne beni yalnızlığa iten kavuniçi, ne ürküten yalnızlıkla baş başa bırakan ak, ne de korkuyu efendim kılan kırmızı-sarı. Önümde uzanan engin karanlıkta bir yüzü seçer oldum. Sırıtıyordu. Korkuyla çömeldim. Kulaklarımı kanlı ellerimle tıkadım. Gözlerimi ve burnumu irademle kilitledim. Haykırmak istedim, açın kapıları diye. Gün ışıyana kadar, ben huzurlu bir uykunun kollarında sallanmaya başlayana kadar, izin verin içeride sizinle kalayım, diye haykırmak istedim. Fakat bekledim hiçbir şey yapmadan, kıpırdamadan. Karım da kızım da yoktu artık. Almıştı onları. Artık beni de al, diye haykırdım o yüze. Kahkahalarla güldü. Her hücremde hissettim. Bütün savunmalarımı yıktı geçti. Leş koku aktı bir kez daha bedenime. Korkunun, karanlığın esiriydim, eseriydim.

Şoför yeniden aracına geldi. Onunla birlikte binip parayı uzattım. Kuruşu kuruşuna tamdı. Kendi koltuğuma geçip oturdum. Gün ışıyana kadar gidip geldim bir buçuk saatlik lav nehrinde. Günün ilk ışıklarıyla birlikte eve adım attım. Eve bir koku hakimdi. Bakındım boş boş etrafıma ve odama yürüdüm. Bir zamanlar penceremden dışarı baktığımda engin sema ile birlikte huzur bulurdu zihnim. Şimdi pencerem, küllere emanet edilmiş bir dünyaya açılan, zihnimi kanatan bir boşluk. Ağlamaya başladım. Korkuyordum. Orada, karanlıkta biri vardı. Bedenimi bir gelgite itmişti. Karanlık ve soğuk bir gelgitin pençesindeydim, soğuk karanlık bir ateşin pençesindeydim, nihai kudretin pençesindeydim…         

Hiç yorum yok: