2008-09-02

Savaşçı/Bölüm 2

Güneşin yeni bir sevinçle, mutlulukla parladığı güzel bir günde genç bir delikanlı balkonda meraklı gözlerin onu izlediği bir caddede yavaşça ve kendinden emin adımlarla ilerliyordu. Ne yanından geçen arabalar ne de insanların ona olan ilgisi umurundaydı. Sanki yalnızdı… Sanki fırtınanın çarptığı bir güvertede yalnızdı… Sanki onu korkutucu gerçeklerin beklediği karanlık bir yolda yalnızdı… Dalgınlığı ve rahat duruşu onu izleyen herkese, kendine olan güveninin gerçek bir kanıtı olduğunu düşündürüyordu. Ama aksine korkuları ve endişeleri içinde boğulmak üzere olan birisiydi. Tüm yaşanmasına neden olduğu keder ve umutsuzlukla nasıl baş edebileceğini anlamaya çalışıyordu ve aynı zamanda da her hata yapan insan gibi bunu gerçek anlamda kabullenip tersine çevirmek için yeterli gücü içinde bulamıyordu. Doğruluğuna inandığı yaşamın peşinden gitmesi onun değişiminin ilk adımı; o tam olarak anlamasa da son adımı da neden olduğu zararı her ne olursa olsun göğüsleyebilmesiydi. Bunu biliyordu. Ama insanlar her zaman sadece doğru olanı doğru olduğu için yapmaz. Bir şeyleri kabullenip değiştirme şansları varsa bile; ya utandıklarından ya da korktuklarından bundan hemen vazgeçerler. Kolay daha seçilebilir durur. Fakat o biliyordu ki; bir savaşçının yolu bu değil. Yapması ya da karşılaşması gereken hiçbir şeyden korkmuyordu. Kararını verdi ve adımlarını daha da hızlandırdı.
Farkında olmadan caddelerde dolaşırken, ayrılmadan önce hep arkadaşlarıyla gittiği kafenin önüne gelmişti. İçinde garip bir duygu uyandı tanıdığı bir arkadaşını tek başına bir masada otururken gördüğünde. İstem dışı kendini caddeye bıraktı. Daha birkaç adım atmamıştı bile ki şiddetli bir korna sesi ve hemen ardından tekerleklerin sürtünme sesini duydu. Tüm kasları anında harekete geçti. Havaya sıçradı. Arabanın rüzgarı tüm vücudunu sarstı. Neredeyse dengesi bozuluyordu ama; son anda kafasını eğip, havada takla atmayı başardı ve zarifçe kaldırıma indi. Etrafındaki her şey ona durmuş gibi geldi. Yıllardır geldiği her zaman hoş ve sıcak bir havası olan yer, şimdi ona bir hatanın içindeymiş gibi soğuk geliyordu. Çevresindeki hiçbir şeyi görmüyordu. Sadece arabasından inip ona doğru elini koluna sallayarak söven şoförü… Ona doğru yürümeye başladı. İçinde o ana kadar tuttuğu tüm aşırı endişe ve korku dışarı bir sel gibi akmak üzereydi. Adam ya onun yüzündeki ifadeden ya da giyiniminden korkarak gerilemeye başladı. Adamın yüzündeki dehşet ifadesi açıkça görülüyordu. Arabasına doğru yöneldi. Arabadan içeri girip kapıyı bile kapatmadan, gaza basıp gitti. Arkasından tanıdık bir ses “ Can,” deyince, hissettiği her şey bir toz bulutuna dönüşüp yok oldu. Arkasını döndüğünde Lale ona bakıyordu. Gözleri yaşlıydı. Sevinç ve hayret karışımı bakışı onu delip geçiyor; varlığını, en derinine kadar sorguluyordu. “ Bu sen misin?” diyebildi. Cansa elinden sanki başka bir şey gelmezmiş gibi gülümsedi.
Zordu. Etrafın meraklı bakışları altında rahat olabilmek zordu. Yıllardır dostun olmuş insanın karşısında gidip geldikten sonra yüzünün dik durabilmesi zordu. Ve de en önemlisi senin için ne kadar üzüldüğünü gözlerinde görmene rağmen hiçbir şey yapamıyor olmandı zor. Lale sorular sormaya devam etti. Ama Can’dan duyduğu şeyler ne merakını giderdi ne de aklındaki karmaşaya cevap oldu. Çünkü Can ölmüştü. Bir uçak kazasında… Nasıl olup da bir insan okyanusa düşen bir uçaktan sağ çıkıp da buralara kadar gelebilirdi. Ama Can’ın bu tip sorularla uğraşmaya kafasının içinde pek yer yoktu. Lale bir sürprizi olduğunu söyledi ve “Geliyorlar!” dediğinde de tam olarak neyden bahsettiğini Can anladı. Arkadaşları geliyordu. Ayağa kalktı. Yüzleşmek için onlara döndü. Yüzlerine baktığında görmeyi beklediği şaşkınlığı bulamadı. Onun yerine merak ve tanımamazlığın verdiği şaşkınlık vardı. Lale de durumu fark etmişti. Gerçi Can bir an düşününce bunun normal olduğunu anladı. Görünümü gittiğinden beri çok değişmişti. Bu boyutta üç aydır yoktu; ama aslında üç yılı aşkın süredir yaşamı için bambaşka bir dünyada mücadele ediyordu. Lale olanları onlara aktarırken; beklediği duygu yüzlerinin çocuksu hatlarını oturdu. Sarılmalar ve kucaklaşmaların ardından, benzer sorular tekrarlandı. Can, onları da geçiştirdikten sonra bir süre sessiz kaldı. Sonraysa baştan beridir kalbinin deli gibi atmasına neden olan soruyu sordu: “Ailem nasıl?”. Babasının çok güçlü bir kalbi olmadığını biliyordu ve tek güvencesi de Akemi’nin ona vermiş olduğu; onun da annesine verdiği yüzüğün üstüne düşen görevi yerine getirmiş olmasını ummasıydı. Ailesinin iyi olduğunu öğrendiğinde hissettiği rahatlama oturduğu koltuğa kendini daha bir rahat bırakmasına neden oldu. Artık eve gidebilirdi. En azından hala “Evim!” diyebiliyordu.

Hiç yorum yok: